Jacques Verges Şeytanın Avukatı- Orly davası

 

Suçu değil şuçluyu savunurum.  Cümleleri ile Dünyadaki en sansasyonel davalarda savunma tarafı avukatı olarak gördüğümüz Jacques Verges’in kendisine yakıştırılan takma adıyla  Şeytanın avukatının yaşamını önemli davalarını ve Türkiye’ye karşı Orly davasındaki Prof Dr. Mümtaz Sosyal’in açıklamalarını ve Verges ‘in sorularını bulacağız

 

Resmi kayıtlara göre 5 Mart 1925 tarihinde  Fransaya bağlı Reuniun  adasında dünya ya gelmiştir denmesine rağmen ablası 1924 yılında Laos da dünya ya geldiğini belirtmiştir. Doğumunda bile bu kadar giz perdesi olmasının sebebi ise Tayland da konsolos olan babasının gizlice Taylandlı bir öğretmen ile yaşadı gönül ilişkisi neticesinde dünyaya gelen Jacques Verges ‘in henüz 3 yaşında iken annesinin ölümü ile babasının sahte kayıtlar oluşturarak kendi nüfusuna almasıdır. Babasının bu gönül ilişkisi nedeni ile mesleki kariyerine de son verilmiştir. Bu küçük yaşta yaşadıkları Jacques’ın ilerideki kendine çizeceği yönü e şüphesiz etkilemiştir.

Pariste hukuk eğitimi alan Jacques Verges e ün getiren Jacques Verges’yi Jacques Verges yapan esas mantık. platon suçluları toplumun hastalıklı bireyleri olarak görürken, aristo suçluları toplum düşmanı sayıp onları yok etmeyi düşünüyordu. halbuki Verges davanın işlevini bireyler ile toplumlar arasındaki çelişkileri çözen bir mekanizma olarak gördü.

Kopuş davaları da tam olarak bu mekanizmaların çelişkilerinin ortaya çıkmasından, üzerine gidilmesinden ortaya çıkıyordu. verges’ye göre uyum davaları eylemin suç olduğunu baştan kabul etmek ve dolayısıyla kaybetmek demekti. fakat kopuş davalarında yapılan eylem inkar edilmese de eylemin suç teşkil etmediği dahası eğer ortada bir suç varsa bunun toplumsal yapıdan ileri geldiğini ve suçun toplumun ta kendisine ait olduğunu belirtmekteydi.

kopuş davalarının çoğunun birincil amacı sanığı aklamaktan ziyade, düşüncelerini ortaya çıkarmaktır. tıpkı sokrates’in savunması sırasında yaklaşan ölümünün üzerine gide gide ifade ettiği gibi “ben de bir eksiklik vardı ama nutuklar değil bu. duymaktan en fazla hoşlanacağınız şeyleri söyleme rızası, cüreti, utanmazlığıydı benim eksiğim. kendime yakıştıramadığım ama sizin başkalarıyla deneyimlerinizden ötürü benden beklediğiniz sözleri, hareketleri sarf eden, yakınan, sızlanan bir sokrates istiyorsunuz. kendimi böyle savunduğum için pişman değilim; bu savunmadan sonra ölmeyi, sizin kurduğunuz tuzakta yaşamaya yeğ tutarım”.

bunun ülkemizdeki karşılığına bakarsak eğer   Asala Militanlarının savunmasını üstlendiği Orly davasında Verges’in uyguladığı yöntemleri ve Prof. Doktor Mümtaz Soysal’ın beyanlarını  aşağıda  takip edebilirsiniz.  Aşağıdaki konuşmalar ekşi sözlükten kaynakça olarak alınmıştır.

 

15 temmuz 1983 günü Paris yakınlarında Orly havaalanında Thy bürosu önünde patlayan bir bomba dördü Fransız, ikisi Türk, biri Amerikan ve biri İsveçli olmak üzere sekiz kişinin ölümüne ve altmış dolayında kişinin de yaralanmasına yol açtı. Orly saldırısı davası, bu terör eyleminden dolayı tutuklanan Asala mensubu ermeni teröristlerin yargılandığı davadır.

sanık olarak tutuklanan asala teröristleri 19 şubat-2 mart 1985 tarihleri arasında yargılanmaların sonunda sanıklardan biri ömür boyu olmak üzere ağır hapis cezasına çarptırıldılar.

mahkemede sanıkları özellikle avukat vergès, avukat bourguet ile avukat zavarian savunmuştur. bu davada türk mağdurları temsilen müdahil taraf uzman tanık olarak ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi profesörlerinden Dr.Mümtaz Soysal , Dr. Türkkaya ile aynı fakülte doçenti Dr. Sina Akşin ‘in ve gazi üniversitesi doçentlerinden Dr. Hasan Köni ‘nin dinlenmesini istemiştir. bu uzman tanıkların yanında, Boğaziçi üniversitesi doçentlerinden Dr. Avedis Simon Hacıdayan da müdahil tarafın moral tanığı olarak mahkemece dinlenmiştir.

aşağıdaki yazı, prof. dr. Mümtaz Soysal’ın uzman tanık olarak mahkemede verdiği beyanıdır.

Sayın başkan,
sanıklardan hiçbirini tanımıyorum ve saldırının yapıldığı gün Orly’de değildim. müdahil avukatlarının istemi üzerine burada bulunuyorum. neden? aslında bu mahkeme önünde duygulara dayalı bir tanıklık yapabilirim; zira 31’i diplomat ve memur olmak üzere ermeni terörüne kurban giden 2 türk’ten 12 tanesi benim eski öğrencim ya da meslektaşımdı ve orly saldırısının mağdurları arasında da çoğunluğu kendi yurttaşlarım oluşturuyor.

fakat buraya size başka şeyi izah etmeye geldim. tanık oluşumdan ötürü bu davanın oturumlarında bulunamadım ve mahkemenin seyrini fazlaca Fransız basınından izleyebildim. gazetelerde okuduklarım böyle bir izahın gerçekten gerekli olduğunu gösterdi.

savunma avukatları, siyaset adamlarının tanıklığına başvurarak arada onları ermeni “soykırımı” üzerine konuşturmayı ve böylece bu davaya siyasal bir nitelik vermeyi arzu ediyorlardı. bu konudaki çabaları şimdilik boşa çıkmış olabilir, ama sonunda gene bunu başarmayı denemeyeceklerinden fazla emin değilim.

bu benim için bir önsezi değil, kesin bir kanı; zira, bu tür davalarda hep böyle olur. nitekim psikolog-bilirkişi, huzurunuzda sanıkları söz konusu suça iten belli bir “tutkulu idealizm” den söz etti ve onları da aynı “soy kırımı” nın sorumlularına karşı intikam hırsıyla dolu olan çocukluklarını anlattılar. işte size bu konudan, “soy kırımı” konusundan söz etmek için geldim.

ben, ne tarihçiyim, ne de etnolog. hukukçuyum . inanıyorum ki, öncesi ve sonrası ile birlikte 1915 olaylarının hukukî yönü, bu olaylara ilişkin olarak toplu bir intikam duygusundan kaynaklandığı iddia edilen her suçun tahlili bakımından önemlidir. cezasız kalmış bir haksızlık üzerine dünyanın dikkatini çekme gerekçesi söz konusu olduğu zaman da bu tahlil gereklidir.

bir hukukçu olarak, özellikle bu ülkede devlet adamlarından ermeni davasına taraftar olan en sade kişilere kadar “soykırım” teriminin bu kadar kolayca kullanılır olması ve hatta hafife alınması karşısında şaşırdım. oysa bu terim belli tanımı olan bir suça ilişkindir ve o tanım ikinci dünya savaşından sonra hazırlanarak birleşmiş milletler genel kurulu’nun 9 aralık 1948 günlü kararıyla onaylayıp 11 ocak 1951’de yürürlüğe giren “soy kırımının önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme ” adlı uluslar arası bir sözleşmeyle yapılmıştır. Türkiye bu sözleşmeyi imzalayıp onaylamıştır.

anılan sözleşmede soykırımı suçunun tanımlanması üç unsur içermektedir. her şeyden önce ulusal, etnik, ırkî ve dinî bir grup bulunmalıdır. sonra bu grup, sözleşmede sayılan “grup mensuplarının öldürülmesi” eyleminden “bir grubun çocuklarının başka bir gruba zorla nakledilmesi ” ne kadar uzanan ve “grubun fizik varlığını sona erdirecek yaşama koşullarına tâbi tutulması” eylemini de içeren bazı muamelelere tâbi tutulmalıdır. fakat bu suçun üçüncü unsuru daha önemlidir. söz konusu grubu “kısmen veya tamamen yok etme kastı”nın mevcut olması gerekir.

bu kilit ibare savaşlara, isyanlara vs. ilişkin başka amaçların sonuçları olan diğer “adam öldürme”lerden, soy kırımını ayırt eder. adam öldürme fiili ulusal, etnik, ırkî veya dinî bir grubun üyelerini sırf bu grubun üyeleri oldukları için açık veya örtülü bir şekilde yok etmeyi hedef aldığı zaman soy kırımına dönüşüyor. sayılarının büyüklüğü ancak gruba yönelik böyle bir kastın belirtisi olarak ele alınabilirse anlam kazanır. bu nedenledir ki, vietnam savaşına ilişkin Russel mahkemesi vesilesi ile soy kırımından söz eden Sartre’ın dediği gibi, böyle bir kastın örtülü bile olsa varlığını kanıtlamak için objektif olayları incelemek gerekir.

ermeni sorunu ile ilgili olarak bu konuda bir sonuca varmak için üç grup olguyu saptamak yeterlidir.

birinci olgu grubu, on birinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar, ulusların tarihinde bir başka benzeri görülmeyen, Anadolu Türk ve ermeni halklarının barış içinde birlikte yaşadıkları sekiz yüzyıllık döneme ilişkindir. Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden milliyetçilik çağına kadar kayda değer hiçbir uyuşmazlık, hiçbir silâhlı çatışma bu iki topluluğu karşı karşıya getirmedi. bütün dünya tarihinde birbirinden bu kadar farklı diller konuşan ve birbirine bu denli zıt dinsel inançlara sahip olup da bu kadar uzun süre böylesine barış içinde yaşayan iki başka halk gösterilmez.

biz böyle istisnai bir birlikte yaşamayı mümkün kılan türk halkının bu hoşgörüsünden gurur duyarız. bu durum, her iki halkın günlük yaşamından sonuçları bugün de süren derin bir kültür alışverişi sağladığı için daha da dikkat çekicidir. örneğin ermeni soyadlarının çoğu ermenice ek alan türkçe sözcüklerden ( çoğu kez meslek adlarından) yapılmıştır. buna karşılık, bugünkü türk sanatındaki ve müziğindeki sanatçılar ve besteciler arasında ermeni asıllı birçok kişi vardır. ikinci olgu grubu, özellikle 1915 olayları ile onlardan hemen önceye veya sonraya ait olanlarla ilgilidir.

on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı, osmanlı devleti’ni oluşturan çeşitli etnik gruplar için milliyetçilik dönemidir. bu düşünce akımı, her milleti
imparatorluk topraklarının bir kısmı üzerinde kendi devletini kurmak amacıyla silâhlı mücadeleye iter. birçoğu, nerdeyse hepsi, bunu başarır.

ermeniler hariç onların mücadelesi, bir temel konuda öbür milliyetçiliklerden farklıdır. sanatkâr ve zanaatkar, sultanın saltanatına sadık ve çalışkan bir halk olan ermeniler anadolu’ya ve hatta imparatorluğun avrupa’daki topraklarına yayılmışlardır. böylece, türklerin anadolu’ya girmesinden önce oturdukları topraklardaki çoğunluğu kaybetmişlerdi. sonuç olarak, on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başında
hiçbir doğu anadolu ilinde artık ermeni çoğunluğu yoktu. bugünkü modaya uygun bir terim kullanmak gerekirse, ermenilerin ermenistan adı verilebilecek belli bir toprak üzerinde bir millî bağımsızlık hareketi olmadı ve ancak ülkenin çeşitli köşelerinde ermeni gruplarının isyanları ve tedhiş eylemleri meydana geldi. kendine saygısı olan her devlet gibi osmanlı devleti de bu faaliyetlere karşı kendisini savunmak amacıyla bazen oldukça ağır önlem almak zorunda kaldı ve bu önlemler zaman zaman hayli sert oldu.

sonra, birinci dünya savaşı başladı. 1915’de osmanlı devleti birçok cephede birden savaşıyordu. batı’da çanakkale’de itilaf devletleri’nin saldırısına karşı savaşılırken ülkenin doğusu çarlık rusyası ordularının işgal tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı. rusya’nın osmanlı devletindeki dağılmayı hızlandırmak ve bundan kendi yararına çıkar sağlamak amacıyla on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca ermeni
sorunuyla ilgilenen büyük devletlerden biri olduğunu unutmamak gerekir. savaş sırasında rus yöneticiler osmanlı cephe gerisindeki bölgeyi sarmak için ermeni sorununa o zamana kadar gösterdikleri ilgiden yararlandılar.

böylece isyancılarla rus ordusu arasında bir iş birliği doğdu. bu ermeni ayaklanısını yönetenlerin gözünde belki de ulusal bağımsızlık yolunda gerekli bir iş birliğiydi; fakat osmanlılar için, böyle bir davranış vatana ihanetti. işte bu savaş koşulları altında, başkaldırmalar,
isyanlar, karşılık vermeler ve karşılıklı öldürmeler oldu. işte o zaman hükümet şu kararı almak zorunda kaldı. 1. muharip birliklerdeki ermeni askerleri geri hizmet birliklerine aktarmak; 2. savaş bölgesindeki ermeni halkı güney doğu anadolu’ya ve o dönemde imparatorluğun bir parçasını oluşturan bugünkü suriye’nin kuzeyine doğru kaydırmak. bu önlemler birliklerin güvenliğini sağlamak ve ordunun ikmal yollarını güvenlik altına almak için zorunlu idi.

zor bir kaydırma oldu bu. bütün ermeni nüfusu çok dağlık ve çorak bir bölgenin bir ucundan öbürüne nakletmek çok güç koşullar altında gerçekleşti. taşıma araçları bulunmadığı için, çoğu zaman yerleri değiştirilenler uzun mesafelere yaya gitmek zorunda kalıyorlar, devlet otoritesine boyun eğmeyen aşiretlerin saldırılarına ve hırpalamalarına maruz kalıyorlardı. aynca askerlerle birlikte bütün sivil halkı kıran
kıtlıkların ve salgınların yaşandığı bir dönemdi. koşulların zorluğu yanında hükümet emirlerini yerine getirmede gayretkeşlik eden bazı yöneticilerin de bazen yer değiştirenlerin korunması için gerekli önlemleri alma zahmetine katlanmadıkları oluyordu. kısacası, anadolu’nun bu bölgesinde o tarihte bir insanlık trajedisi yaşandı, fakat her iki taraftan yüz binlerce kurban veren ve karşılıklı acı çekilen ortak bir trajedi söz konusuydu.

fakat bu dram soy kırımı adını alabilecek bir dram değildir. zira soy kırımın asıl unsuru, yani sırf ermeni olduğu için ermeni etnik grubunu yok etme kastı eksiktir. söz konusu olan düzensizliğin ve karışıklığın hüküm sürdüğü, can çekişen bir imparatorluk bünyesinde, silâhlı çatışma koşullarında kararlaştırılmış bir savaş eylemidir.

ermeni unsurunun başka bölgelere naklinin sonuçları, ilk bakışta, 1948 antlaşmasının aradığı koşullara uyar gibidir. grup üyeleri öldürülmüştür ama daha çok yerel aşiretlerin sorumsuz kişileri tarafından. evet maddî ızdıraplar yaşanmıştır, ama bu özellikle savaşın yakıp yıktığı bir ülkenin coğrafî ve iklim koşullarından kaynaklanmıştır.

yetim kalan ermeni çocukların müslüman ailelerce evlât edinildiği de doğrudur. fakat bu asla, sözleşmenin deyimiyle bir grubun çocuklarının diğer bir gruba zorla nakledilmesi amacıyla yapılmamış, aksine yüzyıllar boyunca anadolu ailelerini birbirine bağlamış barışçı bir birliktelikten esinlenen yardım ve dayanışma anlayışıyla olmuştur.

bütün bu olaylar dizisinde bir kavmi kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak kastı yoktur. çünkü ermeni kaynaklar, ülkenin cepheden uzak bölgelerindeki ermenilerle istanbul ve izmir gibi büyük merkezlerinde oturanların aynı önlemlere tabi tutulmadıklarını kabul ediyorlar. öte yandan, birçok ermeni asıllı memur ve hatta kaymakam, ülkenin doğusunda meydana gelen olaylara rağmen görevlerinin başında kalmışlar ve böylece osmanlı devletinin gayrimüslimlere devlet kapılarını açma geleneği eskisi gibi devam etmiştir. gerçekten osmanlı
bürokrasisinde bir çok bakan, büyükelçi hatta berlin, viyana vs. gibi önemli başkentlerde; ve yüksek memur olarak görev alan bir çok ermeni olmuştur.

doğu anadolu’ya gelince, elimizde, başka bölgelere nakledilenlerin güvenliğini ve korunmasını sağlamak için çetin bir savaşın korkunç koşullarına rağmen idare makamlarınca çaba gösterildiğini belgeleyen, osmanlı arşivlerinde mevcut olup bir kısmı yeni yayınlanmış olan sayısız belge vs. var. yöneticiler bazı durumlarda başarısız kalmış olabilirler. fakat bu başarısızlar, bütün devlet mekanizmasının
yahudi ırkının topyekün imhasına yöneltildiği hitler in soy kırımıyla karşılaştırılabilecek bir soy kırımı kastının varlığına delil olarak değerlendirilemez.

“türkler tarafından gerçekleştirilen ermeni soy kırımı” suçlamasını çürütmeye yarayan olgulardan üçüncü grubu bugünkü türkiye’de türk halkı ile ermeni azınlık arasındaki uyumlu ilişkiler oluşturuyor.

bu ilişkilerin niteliğini anlamak için dışarıda yaşayan son üç kuşak ermenilerin özelliklerini hatırlamak ve onların yazgılarını türkiye ermenilerinin yazgısıyla karşılaştırmak gerekir.

ilk kuşak, yakınları birinci dünya savaşı olaylarında mağdur olup acı çeken ve osmanlı devletinin çöküşünden önce veya çöküşü sırasında ülkeyi terk etmek zorunda kalanlardan oluşan göçmenlerdir. bu ermenilerden bazılar; öç alma düşüncesinle ve çekilen acıların karşılıklı olduğunu unutarak, eski osmanlı yöneticilerine karşı saldırılarla bireysel tedhiş eylemlerine giriştiler.

yurt dışındaki ikinci kuşak ermeniler, kendilerini kabul eden yeni toplumlarla bütünleşen, sanatkâr ve çalışkan bir millet olarak olağanüstü yetenekleri sayesinde yeni ortamda kendilerine yer yapan, orada huzur ve hoşgörü bulan, uyum sağlayanlardan oluşuyor.

üçüncü kuşağın, yani bugün dışarıda yaşayan ermeni gençlerinin bir kısmını yeniden şiddet eylemleri yoluyla ulusal bir kimlik kazanma
peşinde koşmaya iten asıl neden bu ikinci kuşağın durumudur. üçüncü kuşağın tedhişindeki amaç, geçmişin unutulmasını, artan bütünleşmeyi ve ermeni kültürünün kaybolmasını önlemektir. ne yazık ki, bu gençler kişiliklerini ispatlamak için şiddet yolunu, yani en kolay yolu seçtiler. başvurdukları tedhiş eylemleri onlar bakımından kuşkusuz birçok tehlikeyi de içeriyor. fakat ermeni kimliğini sürdürmek için harcanması gereken gerçek kültürel ve düşünsel çabalarla karşılaştırıldıklarında, bu eylemler aslında çok kolaycı ve kısır bir seçeneği temsil eder.

buna karşılık, türkiye’de yaşayan üçüncü kuşak ermeniler böyle bir kimlik bunalımı geçirmiyor. zira hepsi şimdi de osmanlı devleti bünyesinde birlikte barış içinde yaşadıkları dönemdeki gibi ermeni kavminin özelliklerini sürdürmek için gerekli bütün olanaklara sahip bulunuyorlar.

ayrıca, sahip oldukları dinsel azınlık hakları, 1923’de imzalanan ve aslı fransa nezdinde muhafaza edilen uluslar arası bir antlaşmayla,
yani lozan antlaşmasıyla güvence altına alınmıştır. türk halkı ile ermeni azınlığı arasında kültürel alışveriş bugün de sürmekte ve her iki topluluk kinsiz bir barış ortamında aynı yaşam tarzım paylaşmaktadır. 1980’den önce türkiye’yi önüne katıp sürükleyen terör akımı sırasında bile türkiye ermenilerinin asla şiddet eylemlerine girişmemesi dikkate değer bir durumdur. meydana gelen bazı birevsel olaylar ise yurt dışında eğitilip veriştirilmiş ermenilerin eseridir. kudüs’deki meşhur “papaz okulu” olayı bu genel çerçeve içinde değerlendirilmelidir. fransız basınına göre, sanıklardan biri türkiye’de ermeni okulunun bulunmamasından “kudüs’te eğitim yapmak zorunda kaldığını” söylemiş. sayın başkan, öğrenimin ermenice yapıldığı ve taşıdıkları ermenice isimlerden kimlikleri kolayca ayırdedilebilir. 19 anaokulu, 20 ilkokul, 9 ortaokul ve 5 liseden bazılarını size örnek olarak zikretmeme izin veriniz. bezezyan anaokulu ve ilkokulu, vartuhyan ilkokulu, semerciyan cemeran anaokulu ve ilkokulu, karagözyan ilkokulu, aramyan l’ncuyan ortaokulu, bezciyan ortaokulu,
sahakyan nunyan lisesi, eseyan lisesi, gebrenagan lisesi vs.

yurtdışında bulunan genç ermeni teröristlerin başlıca hedefi türk halkı ile ermeni cemaati arasındaki karşılıklı hoşgörüyü ve birlikte barış içinde yaşamayı sona erdirebılmek olmuştur. fakat şu ana kadarki bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlanmış ve ne türk halki, ne
de türk hükümeti, türkiye ermeni cemaatine karşı şiddet eylemlerine başvurmuştur. buna rağmen ermeni terörü sürüp gidiyor ve yetmiş yıl önceki “soy kırım” ın dan söz edilmeye devam ediliyor. neden? çünkü soy kırımı insanlığa karşı bir suçtur ve yukarıda değindiğim antlaşmada “bir devletler hukuku suçu” olarak tanımlanmaktadır.

soy kırımından söz ederek dünya kamuoyunu etkilemek ve bir devlete, bir millete, bir halka karşı harekete geçirmek kolaylıkla mümkündür. ayrıca bu, zaman aşımına uğramayan bir suçtur; yani, ne zaman işlenirse işlensin cezalandırılması gerekir. demek ki bu suçun sanıkları nerede ve ne zaman olursa olsun cezalandırılmalıdır ve ermeni teröristlerin gözünde bu suç bütün türk millerine
yüklendiğinden, türk devletinin temsilcileri ve hatta bütün türk vatandaşları cezalandırılmalıdır.

bu yüzden olayların meydana geldiği tarihte ana ve babaları bile dünyaya gelmemiş genç diplomatlar veya ülkelerine dönmek için kendi ulusal hava yollarının uçağına binen sıradan işçiler hedef seçilmiştir.

işte bundan dolayıdır ki, ermeni teröristler tarihi saptırmayı ve savaş koşulları içinde birlikte yaşanan bir faciayı soy kırımı olarak nitelendirmeyi tercih ediyorlar. bu da kendilerine tedhiş suçları işlemek için bir bahane sağlamış oluyor. fakat birleşmiş
milletlerce yapılan sözleşmedeki tanımlama ulusal, etnik, ırkî veya dinî bir grubun üyelerine, sadece bu grup üyesi oldukları için kısmen veya tamamen yok etme, amacından söz ettiğine göre bu tedhiş eylemlerinin kendileri “soy kırımsal” bir nitelik
kazanıyorlar, türkleri türk oldukları için öldürmek ve türkleri taşıyan türk hava yollarının bir uçağı olduğu için bir uçağa bomba yerleştirmeye çalışmak, işte “soy kırımsal” bir eylem sayılması gereken hatta soy kırımın ta kendisi olan budur.

teşekkür ederim sayın başkan.

sorular ve yanitlar

av. verges: profesör mümtaz soysal’ı, doğu anadolu’da bir buçuk milyondan fazla
ermeni’nin hayatına mal olan “soy kırımı”nın “en sinik” yorumunu vermekle suçluyor.
sonra, belçikalı bakan baron de brouckere’in bir kitabından pasajlar okuyarak anılan
olaylara ilişkin feci tasvirler konusunda profesörün ne düşündüğünü soruyor.

prof. mümtaz soysal: ermeni davasını savunan yazarların kitaplarından böyle
parçalar seçmek çok kolay. ben de aynı şeyi yapabilir ve huzurunuzda ülkenin aynı
bölgesinde ermenilerce toplu olarak öldürülmüş türkleri anlatan kitaplardan
sayfalarca okuyabilirdim. biz de size rakamları konuşturabiliriz. osmanlı nüfus
sayımlarından çıkan ve büyük avrupa devletlerinin konsolosluk raporlarıyla da
doğrulanan rakamlara göre imparatorluk sınırları içerisinde yaşayan ermenilerin
toplam sayısı 1.300.000 geçmiyordu.

demek ki devletin dört bir yanında yaşayan
ermeni cemaatindeki herkesin topluca öldürülmesi anlamına gelecek iç karartıcı bir
varsayımdan hareket etsek bile “bir buçuk milyon ölü” den söz etmek anlamsızdır.

ayrıca, ben de, size, osmanlı yöneticilerine o kadar haksızlık etmeyen, olayları bir
başka biçimde ele alan yabancı yazarlardan alıntılar yapabilirim. size türk halkının
ve askerî makamlarının “dürüst davranışı”ndan söz eden ve ön sözünü müttefik işgal
kuvvetleri komutanı mareşal franchet d’esperey’nin yazdığı fransız binbaşısı
larcher’nin “dünya savaşında türk savaşı” isimli kitabını zikredebilirim.

bütün bu olayların büyük bir imparatorluk çökerken, böyle bir çöküşün tüm kargaşasıyla birlikte
meydana geldiğini unutmamak gerekir. şüphesiz, gayretkeşlikle yetkilerini aşan
yöneticiler de olmuştur. ama onlar, savaştan sonra osmanlı mahkemelerince soy
kırımını amaçlayan bir hükümet siyasetinin uygulayıcıları olarak değil, fakat
aşırılıklarının sorumluları olarak cezalandırıldılar.

av. verges: lord bryce’ın kitabından türklerin zalimliğine ilişkin bir pasaj
zikrettikten ve 1915 olayları sırasında istanbul’daki amerika birleşik devletleri
büyükelçisi mr. morgenthau’nun eserinden bir parça okuduktan sonra, bu metinler
hakkında profesör soysal’ın görüşünü soruyor.

prof. soysal: sayın başkan, demin belirttiğim gibi, huzurunuza bir yığın kitapla
gelmemize izin verilseydi, az önce okunanın tam aksini anlatan alıntılar yapabilirdik.

fakat türkler aleyhine ve ermeniler lehine eser sayısının çok olduğu da doğrudur. bir
soy kırımı kanıtlamak için her şey yapıldı; sahte iddialara, sahte ve tahrif edilmiş
belgelere dayanıldı, morgenthau’ya gelince kendisinin ve kendisinden sonra müttefik
işgali sırasında istanbul’da bulunan haleflerinin anılan “soy kırımı” konusunda
osmanlı yöneticilerini sorumlu gösterecek kesin delilleri elde etme olanağına sahip
bulunduklarını hatırlatmak gerekir. unutmayalım ki arşivler işgal kuvvetlerinin
denetimi altına geçtiği zaman bile hiçbir şey kanıtlanamamıştır.

av. verges: mr. morgenthau’nun savaş sonrasında istanbul’da bulunmadığını
belirterek bu kere alman misyoneri doktor lepsius’u zikredip profesör soysal’ın bu
konuda ne düşündüğünü soruyor.

prof. soysal: savaş hâlinde olan bir ülkede büyükelçi olan mr. morgenthau
istanbul dışına adımını bile atmamıştır ve raporları çoğu ermeni asıllı tercümanları ile
misyonerlerin verdiği bilgileri yansıtır. doktor lepsius da bir misyonerdi.

az önce okunan pasajda osmanlı imparatorluğundaki musevîlerden söz ettiğini fark ettim. bu
konuda, sayın başkan, bir şey söylememe izin veriniz: yakında birkaç yıl içinde,
ispanya’dan kaçan yahudilerin türkiye’ye sığınışlarının beş yüzüncü yıldönümünü
kutlayacağız. engizisyondan ve dinî cezalandırmalardan kaçan bu insanlar
gayrimüslim toplulukların kendilerini yönetmelerine dayalı bir yönetim sistemi içinde
huzur ve güven sunan osmanlı devletinin topraklarına sığındılar. biz imparatorluğun
musevî ve hristiyan halklara karşı hoşgörüyle dolu geçmişinden ve sisteminden
ancak gurur duyarız.

ay. bourguet: profesör soysal’ın hukukî bir açıklamada bulunma yerine siyasî bir
konuşma yaptığını iddia ederek, ikinci dünya savaşı’ndan sonra yürürlüğe girmiş bir
uluslar arası sözleşmeden söz etmenin ceza hukukundaki geri yürümezlik ilkesinin
gerisine sığınmak olduğunu ileri süren bir suçlamada bulunur. ayrıca soysal’dan
konuşmasında ermeni “halkı”nı belirtmek için neden “ermeni unsur” terimini
kullandığını sorar.

prof. soysal: soy kırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin
sözleşme’nin 1948 tarihli olması tartışmamızla hiç ilgili değil. benim bu sözleşmede
verilen tanımlamadan yararlanarak açıklamaya çalıştığım şey, on dokuzuncu yüzyılın
sonundan birinci dünya savaşı sonrasına kadar uzanan bir tarih kesiti içindeki
olayların gerçek niteliğidir.

bu sözleşmenin tanımlamasını temel ölçüt olarak alıyor ve doğu anadolu’daki türk
ve ermeni halklarının ortaklaşa yaşadıkları beşerî facianın varlığını da kabul ederek
söz konusu olaylarda osmanlı yöneticilerine yüklenebilir bir soy kırımı suçunun
bulunmadığını söylüyorum.

biz kendi tarihimizle hesaplaşmaya ve hatta daha sonra “suç” olarak tanımlanan bir
durum varsa onun bile sorumluluğunu üstlenmeye hazırız. bu sözleşmenin geriye
yürümezliği ya da yürürlüğü hakkında hukukçular arasında bir tartışma olduğunu iyi
biliyorum. hatta, soy kırımı terimi ikinci dünya savaşından sonra “üretilmiş” bir terim
olmasına rağmen, gerçekte sözleşmenin insanlık tarafından daha önce mahkûm
edilen bir suçun varlığını doğruladığı ölçüde zaten var olan hukuku “açıklayıcı”
nitelikte olduğu savunulabilir. geçmişe yürüyüp yürümemesi buradaki tartışmamızın
esasını değiştirmez; çünkü tarihî olaylar böyle bir suçun varlığını kanıtlar nitelikte
değildir.

“ermeni unsuru” terimine gelince, sayın başkan, size bunun kullandığım tek terim
olmadığını hatırlatmak isterim. ermenilerden söz ederken kavim, halk, azınlık vs. gibi
başka terimler de kullandım. kullanılan terim hukukî tartışmanın esasını hiç
değiştirmez. sözleşme, bir kavim, bir halk, bir azınlık veya dilerseniz bir millet
anlamına gelebilen bir “grup” tan söz etmektedir. osmanlı imparatorluğu ermenileri
şüphesiz sözleşmenin anladığı anlamda bir grup oluşturuyordu. fakat anlatmaya
çalıştığım konuyla, yani özellikle bu gruba karşı işlenmiş bir soy kırımı suçunun
mevcut olmayışıyla bu hususun herhangi bir ilişkisi yoktur.

av. bourguet: anadolu’da yaşayan “kürtlerin” sayısını soruyor.

prof. soysal: bu soru ile tartışmamız arasında bir ilişki görmüyorum, fakat ima
edilmek isteneni gayet iyi anlıyorum. türkiye ırk, din veya dil ayrımı yapmaksızın
yasa önünde yurttaşların eşitliği üzerine kurulmuş, bütünlük ilkesine dayalı bir
cumhuriyettir. türkiye cumhuriyetinde anadili türkçe olmayan yurttaşlar vardır.

fakat yurttaşları arasında konuştukları dile göre ayrım yapmayan bir devlette bu
noktanın hukukî bir sonucu yoktur ve özellikle bu ilkeyi güçlendirmek için son nüfus
sayımları sırasında anadile ilişkin soru bile, sorulmamıştır. bu yüzden bir rakam
vermek imkânsız. bu size fransa’daki breton sayısının sorulmasına benzer. siz ne
rakam verirdiniz? bretanya bölgesinin tam nüfus sayısını mı? fakat bu nüfusun hepsi
breton değildir. yoksa fransa’nın dört bir yanında yaşayan breton asıllı insanların
sayısını mı? fakat bu konuda da bir rakam vermek, çeşitli akrabalık dereceleri ve
köken kavramındaki farklı yaklaşımlar nedeniyle imkânsızdır.

hukukî açıdan konuşursak, bugünkü türkiye cumhuriyetinde, azınlık terimi, sadece
lozan antlaşmasıyla azınlık olarak kabul edilen gayrimüslim üç cemaati kapsar.
bunlar rum ortodoks, ermeni ve musevî cemaatleridir. böylece, ülkenin anayasal
düzeni ile bütün yurttaşlara sağlanan güvenceler yanında azınlıkların hakları uluslar
arası bir antlaşma ile ayrıca güvence altına alınmıştır.

av. bourguet: “dağ türkleri” deyiminin anlamını soruyor.

prof. soysal: çeşitli ırklara mensup yurttaşlar yönünden türkiye cumhuriyetinin
tutumunu küçük düşürmek için bu deyimin yurt dışında dilden dile dolaştığını
biliyorum. fransa’da olduğu gibi türkiye’de de türk yurttaşlığı, kavmî veya ırkhi değil,
hukukî bir kategoridir. etnik köken ile hiçbir ilgisi yoktur ve etnik köken hiçbir hukukî
sonuç doğurmaz. avukat bourguet’nin değindiği deyim, türkiye’de kullanılmamakta
fakat alay edercesine bazen yabancı eserlerde zikredilmektedir.

belki de cumhuriyetin ilk yıllarında etnik düşmanlıkların izlerini ortadan kaldırmak için de
kullanılmıştır. şayet böyle ise, bu ancak övgüye değer bir davranış olabilir. fakat o
deyim bugünün türkiyesinde geçerli olan bir deyim değildir.

av. boltguet:’ 1915 mağdurlarının sayısına ilişkin tartışmaya değinerek, bu
sayının küçültülmesiyle suçun işlenmemiş sayılması yolunda bir gerekçe
oluşmadığını ve bazı insanların ölümden kurtulmuş olmasıyla soy kırımı veya soy
kırımına teşebbüs suçunun yokluğuna hükmedilemeyeceğini söylüyor.

prof. soysal: eğer suç mevcut ise, mağdur sayısının az veya çok olması suçun
niteliğini elbet değiştirmez. zaten bu nedenledir ki, bütün konuşmam boyunca sayı
sözü etmekten kaçındım. kanıtlamaya çalıştığım husus osmanlı devleti’nin
sorumlularında ermeni kavmini hedef alan ve bir kavmin insanlarını kısmen veya
tamamen ortadan kaldırmaya yönelen bir kastın bulunmayışıdır. sorunun özünü bu
oluşturuyor. böyle bir kast bulunmaksızın karşılıklı olarak yaşanmış bir insanlık
faciasının varlığını kabul etmek soy kırımını kabul etmek anlamına gelmez.

av. bourguet: türkiye’nin “soy kırımı”nı kabul etmemeyi sürdürüş nedenini
soruyor ve özellikle hukukî sonuçları bakımından türkler için soy kırımı ile katliam
kavramları arasındaki fark konusunda bilgi edinmek istiyor.

prof. soysal: önce konuya bir açıklık getirmek gerek, zira hukuk her şeyden
önce kavramların belirgin olmasını ister. “türklerin ermeni soy kırımı” kavramı yerine
“türklerin ermeni katliamı” kavramını kullanmış değilim. hayır, birbiri karşısında
konması gereken iki kavram, bir yanda “türklerin ermeni soy kırımı” kavramı ile öte
yanda “başkaldırma, isyan, karşılıklı öç alma ve öldürme gibi eylemleri içeren ve
tarihin belli bir döneminde iki topluluk arasında birlikte yaşanmış olan facia”
kavramıdır.

eğer sayılardan konuşmak gerekseydi, ben de on dokuzuncu yüzyıl sonundan birinci
dünya savaşı nın ertesine kadar olan aynı dönemde büyük çoğunluğu doğu anadolu
olaylarında olmak üzere hayatlarını yitiren iki buçuk milyon türk’ten söz edebilirdim.

hiçbir şeyi inkâr etmiyorum. tarihî olayları gözlemliyor ve belli bir etnik grubu sırf o
etnik grup olduğu için yok etmek kastının bulunmadığını belirtiyorum. bu koşullarda
bir soy kırımın varlığını kabul etmek gerçeğin aksini kabul etmektir. ayrıca, bu
geçmişi başka dinî topluluklara karşı hoşgörü ve iyi niyet örnekleriyle dolu türk halkı
için bir aşağılamayı bir hakareti kabul etmek anlamına gelir.

bu aynı zamanda, bütünlük ilkesine dayalı bir cumhuriyet çerçevesinde bugün de ülkesi üzerindeki
ermeni topluluğu ile barış içinde birlikte yaşamayı sürdürmek isteyen bir millete
hakarettir. öte yandan bunu kabul etmek tek yanlı bir propagandanın sonuçlarını ve
iki halk arasındaki düşmanlığın sürekliliğini kabul etmek anlamına gelir.

biz ermenilere karşı toplumca hiçbir kin beslemiyoruz. bir soy kırımını kabul etmek,
dünyanın din kavgalarıyla parçalandığı bir dönemde bile bu bakımdan lekesizliğini
koruyan türk halkının toplu olarak tarih önünde özür dilemesinin gerekliliğini kabul
etmek olur. aynı şekilde, bu şimdiki türkiye cumhuriyeti’nin ülkesi üzerindeki toprak
iddialarını da kabul etmek anlamına gelir. anadolu geçmişte birçok ulusun ve birçok
uygarlığın beşiği olmuştur. bugün ise türklere ve türkiye cumhuriyeti’ne aittir.

soykırımı zaman aşımına uğramayan bir suç olduğundan bugünün ermeni gençleri bu
cumhuriyeti ve onun vatandaşlarını cezalandırma hakkını kendilerinde görüyorlar.
insanlık böyle bir öç alma ve cezalandırma anlayışını kabul edemez. söz konusu
olaylar yetmiş yıl önce meydana geldi. karşılıklı düşmanlıkları yeniden canlandırmak
maksadıyla tarihin bu sayfalarını karıştırmak boşunadır. bu sayfaların varlığını kabul
etmek, her tarihçinin, hatta her dürüst insanın ahlâkî görevidir. fakat, bunları tek
taraflı yorumlayarak söz konusu halklardan yalnızca birini suçlamak, bütün insanlığın
ortak vicdanınca kabul edilemeyecek bir tutumdur.

av. bourguet: osmanlı hükümetinin dahiliye nazırı talat paşa’ya atfedilen 1915
tarihli bir telgraf okuyarak kendisine göre soy kırımının varlığını kanıtlayan bu
belgenin gerçek olup olmadığını soruyor ve bu konuda bilgi istiyor.

prof. soysal: bu telgraf sahtedir. bugün birçok propaganda kitabına basılan bir
fotoğrafın fotoğrafıdır ve aslı mevcut değildir. çünkü aslı, 1921’de, berlin’de talat
paşa’nın öldürülmesine ilişkin tehlirian davası sırasında bir kitap yayınlayan
andonian isimli biri tarafından sahte olarak imal edilmiştir.

berlin mahkemesi bu kitapta yayınlanan metnin ve öbür belgelerden hiçbirinin gerçekliğini asla kabul
etmedi. fakat bu yayın kamuoyunu etkiledi ve katil beraat etti. osmanlı idaresinde
küçük bir memur tarafından andonian’a satılmış olduğu iddia edilen bu belgeler
halep valisince “imzalanmış” notları içermektedir. fakat valinin imzası osmanlı
arşivlerine göre gerçekte oradaki imzadan tamamen farklıdır.

ayrıca sahte belge düzenleyicisinin milâdî takvimle rumî takvimi birbirine çevirmekte tam usta
olmayışından kaynaklanan tarih hataları da mevcuttur. tekrar ediyorum ben tarihçi
değilim; fakat telgraflarda kullanılan şifre sistemine, osmanlı belgelerinin başlığına ve
küçük ayrıntılara ilişkin başka hatalar türk tarihçileri tarafından özenle kanıtlanmış ve
yayınlanmıştır. belgeler böylece, kendilerine mal edilen bütün değeri yitirmiş ve hatta
siyasal davalar için tarihi saptırma amacıyla sürdürülen sahtecilik çabalarının birer
örneği olmak durumuna düşmüşlerdir.

av. bourguet: türk tarafının özellikle bu tür çabaları başarısız kılmak için
osmanlı arşivlerini niçin yabancıların yararlanmasına açmadığını soruyor ve türk
makamlarının ermeni sorunu konusunda hûküm vermek üzere ekim 1984’de paris’te
toplanan halklar daimi mahkemesine belge sunmayı reddetmiş olmalarını
vurguluyor.

CAMBODIA. Kambol (Phnom Penh). 23/04/2008: Mr. Jacques VERGèS, defence lawyer, at press conference after first appearance of KHIEU Samphan, former Khmer Rouge leader, in front of the ECCC Pretrial Chambers.

prof. soysal: osmanlı arşivleri sınıflandırma ve koruma gereklerinin izin verdiği
ölçüde her milletten iyi niyetli bilginlerin yararlanmasına açıktır. şüphesiz özellikle
böylesine tartışmalı bir sorun söz konusu olunca, geçmişin mirasını korumak için bazı
önlemlerin alınması da zorunludur. osmanlı arşivlerinin incelenmesi arşivlerin dili ve
okunması zor milyonlarca belge içermesi nedeniyle olağanüstü bir uzmanlık ister.

ermeni sorununa ilişkin olarak bir avuç türk uzmanınca yayınlanmış olanlar bile,
uzun süredir yayılıp söylenenin tam aksini kanıtlamaya yeterli olmuştur. demek ki,
düşünülenin aksine osmanlı arşivlerini bilim çevrelerinin incelemesine açmakta
türkiye’nin büyük çıkarı vardır.

halklar daimi mahkemesine gelince, türk makamlarının yasalara uygun biçimde
kurulmuş mahkemelerce resmî yoldan istenilen belgeleri göndermeye hazır olduğunu
sanıyorum. örneğin ağır ceza mahkemenizce resmî bir belge veya görüş istendiği
takdirde, bu istem mutlaka süratle yerine getirilir. fakat, halklar daimi mahkemesi,
düşünsel yetenekleri ne olursa olsun özel sıfatlarıyla hüküm veren bireylerden oluşan
bir kanaat mahkemesi olduğu için türk makamlarının ermeni davası için propaganda
aracı durumuna gelme tehlikesi taşıyan böyle bir kuramla ilişkiye girmekten sakınmış
olabileceklerini zannediyorum.

av. zavarian: türk ve ermeni halklarının barış içinde sekiz yüzyıl süreyle birlikte
yaşamalarına ve ermeni topluluğunun özelliklerine ilişkin olarak profesör soysal’ca
söylenenlere değinerek, türk tarafının “köylü” yönünün ermenilerin “sanatkâr”
tarafıyla zıtlık oluşturduğunu göstermeye ve sorunun tahlili için bundan bazı sonuçlar
çıkarmaya çalışıyor.

prof. soysal: ermeni halkının yeteneklerini överken herhangi bir karşılaştırma
yapmadım. eğer bu tahlil denemesiyle türklerin ermeni komşularına göre daha az
ince ve dolayısıyla şiddet eylemlerine daha yatkın oldukları söylenmek isteniyorsa,
böylesine onur kırıcı bir imajı kesinlikle reddederim. halkıma hakaret edilmesine izin
veremem.

av zavarian”: bu kez 24 nisan 1915 tarihinin türkler için ne anlama geldiğini
soruyor.

prof. soysal: sayın başkan, her şeyden önce, bu tarihin ermeni davasının
savunucuları için ne anlama geldiğini açıklamama izin veriniz. onlar için, bu “soy
kırımı”mn başlangıç tarihidir. demek ki her yıl anılması gereken bir tarih. insanlığa
karşı işlenmiş bir dizi suçun başlangıcını oluşturduğundan bu tarihin bütün halklarca
hatırlanmalını istiyorlar.

aslında, bu tarihte tam olarak ne oldu? bu tarih, osmanlı hükümetinin ermeni
devrim komiteleri yöneticilerinin yakalanması ve vatana ihanet suçundan askerî
mahkemeler önüne çıkarılması emrini verdiği gündür.

av. zavarian: o tarihte, 650 ermeni aydın, yazar, şair, doktor, avukat, bilgin, din
adamı ve siyaset adamının “constantinople” de tutuklandığını, sonra sürgüne
gönderilip öldürüldüğünü belirterek bütün bunların bir soy kırımının delili oluşturup
oluşturmadığını soruyor.

prof. soysal: her şeyden önce kentin adı “constantinople” değil, türkler için her
zaman olduğu gibi istanbul’dur. öte yandan ermeni aydınlar, ermeni ya da aydın
oldukları için tutuklanmadılar; tutuklanmalarının nedeni doğu illerinde düşmanla iş
birliği ve başkaldırma emrini vermiş olan komitelerin yöneticileri olmalarıydı, işgal
tehdidine karşı koyan savaş hâlindeki bir ülke hükümetinin başka türlü
davranabileceği düşünülemez.

bu yöneticiler öldürülmedi, fakat sadece ülkenin iç
kısımlarına, orta anadolu illerine nakledildi. aralarında bazılarının savaş zamanında
kabul edilemeyecek bir ihanetten yargılanıp bunu hayatlarıyla ödemeleri de hiç
şüphesiz, bir soy kırıma delil sayılamaz.

av. zavarian: doğu vilâvetlerindeki ermenilerin nakledildikleri yerleri soruyor.

prof. soysal: “halklar daimi mahkemesi” ne sunulmuş bütün raporları içiren ve
sık sık atıfta bulunduğunuz “suskunluk suçu” adlı o sarı kitabı ben de biliyorum. bir
nüshası da şimdi cebimde. bu kitabın 6 ya da 8 inci sayfasında nakledilen ermeni
kafilelerinin izledikleri yollar oklarla gösterilmiştir. bu intikalin ülke sınırları içerisinde,
aynı ülkenin güneydoğusuna doğru yapıldığına dikkat etmek gerekir. demek ki,
kelimenin ikinci dünya savaşı’nda kazandığı anlamda bir tehcir söz konusu değildir.

av. zavarian”: almanların da iki milyon yahudi’yi yok etmek üzere tehcir ettikleri
hâlde “tehcir” kelimesini asla kullanmadıklarına dikkat çekiyor.,

prof. soysal: avukatın bu sözüyle neyin amaçlandığını gayet iyi anlıyorum.
önceki davaların senaryosu burada da tekrarlanıyor. bundan sonraki adım, hiç
kuşkusuz, ikinci dünya savaşı başında hitler’e atfedilen “her şey bir yana, bugün
ermenilerin yok edilişini kim anımsıyor” şeklindeki meşhur cümlenin zikredilmesi
olacak. oysa bir ingiliz gazetecisi tarafından hitler’e mal edilen bu cümlenin hitler
tarafından asla söylenmemiş olduğu, sonraları özellikle amerikalı araştırmacı heath
lowrv tarafından kesinlikle kanıtlanmıştır. nümberg mahkemesince kabul edilen
belgeler de böyle bir cümle icermiyor. bu konuya değinen tek belge ise o uluslar
arası mahkemece inandırıcı delil olarak kabul edilmedi. dünyadaki musevî
kamuoyunu türkiye’ye karşı seferber etmek ve türklerle hitler’i aynı kefeye koyarak
onları dünyanın gözünde mahkûm etmek amacıyla bu yönde sürekli bir ermeni
propaganda çabasının bulunması dikkat çekicidir.

av. zavarian”: federal alman devleti’nin alman halkı adına resmen özür dileyişine
ve bu davranışın almanya ile israil arasındaki ilişkilere yaptığı olumlu etkiye
değiniyor.

prof. soysal: işte ermeni davasında ermeni teröristlerinin güttükleri nihaî amacı
iyi gösteren bir örnek daha. türk hükümetlerini sözde “soy kırımı”nın varlığını kabule
zorlamak ve buradan hareketle, almanya ile israil devleti arasındaki olayda olduğu
gibi hayalî bir ermeni varlığına tazminat ödemeye zorunlu kılmak isteniliyor.

bu tam bir hayaldir. işlenmemiş bir suç için dünyada hiçbir şiddet, hiçbir terör bize
özür diletemez. bu konuda israil iyi bir örnek oluşturamaz ve arada kurulmak istenen
paralellik kabul edilemez. ne var ki, bu konudan ciddiyetle söz etmek ve dünyanın
çeşitli ermeni topluluklarını gerçekleştirilemeyecek bir rüyaya itmek, ermeni halkına
karşı dürüst bir davranış da değildir.

av. zavarian: le monde gazetesinden ermeni davasında yeni bir tutumun
gerekliliği konusunda başbakan turgut özal’ın bir cümlesine değinen ankara çıkışlı
bir haber okuduktan sonra, “soy kırımı”nın sorumluluğuna ilişkin olarak resmi türk
tutumunda bir değişiklikten söz etmenin mümkün olup olmadığını soruyor. ona göre,
profesör soysal bu konularda uzman hukukçu sıfatıyla ve bu tür mahkemeler önünde
şüphesiz bir çok defa türk hükümetini savunmuş bir kişi olarak böyle bir soruya
cevap verecek durumda olmalıdır.

prof. soysal: bu açıklama bana la fontaine’in ünlü “karga ile tilki” masalını
anımsatıyor. kurnazca ifadelerle, ağzımdan resmî bir görev itirafı taşıyan ve beni
hükümet sözcüsü gibi gösterebilecek olan lâflar düşsün isteniyor. ben hiç kimsenin
sözcüsü değilim. burada üniversite mensubu ve gazeteci olarak konuşuyorum ve bir
ermeni terörizmi davasında ilk kez tanıklık ediyorum. konu hakkında başbakanın
söylemiş olabilecekleri beni hiç ilgilendirmez. zaten kendisi daha sonra başka
açıklamalarda da bulundu.

bu mahkeme önünde uzman tanık sıfatıyla kendi adıma söylediklerim çok açıktır.
tarihi olduğu gibi kabul etmek, olayları her iki halkça karşılıklı olarak yaşandığı
biçimde yerli yerine oturtmak gerektiğini ve bizim türkler olarak tarihi böylesine
göğüslemekten korkmamız için hiçbir neden bulunmadığını, zira ermeni ırkını yok
etmek amacıyla taammüden ve örgütlenmiş bir “soy kırımı” suçlamasının tarihî
olgular karşısında ayakta kalamayacağını söylüyorum.

türkiye cumhuriyeti şimdiye kadar anadolu topraklarında ve komşularıyla ilişkilerinde geçmişi unutup barışı ve
uyumu yeniden sağlamak umuduyla bu olaylardan söz etmemeyi yeğledi. bundan
dolayıdır ki, okullarımızda ermenilerin veya rumların türk halkına verdikleri acılar ve
bütün bu halkların birlikte yaşadıkları insanlık faciaları konusunda unutma ve susma
yolunu seçtik.

bu türk suskunluğu yetmiş yıl sürdü. fakat başkaları tarihi saptırarak
bizi suçlu gösteren değişik bir tarih görüntüsü yarattılar. taraflardan sadece birinin
anlattıklarına ve türklere düşman çevrelerin yorumlarına dayalı olan bu görüntü hayli
yol aldı ve bütün topallığına rağmen gerçeğin ters yüz edilmesine kadar yürüdü gitti.
şimdi gerçeğe yeniden dönmek gerekiyor. mademki konuşmaya zorlandık
konuşacağız.

av. zavarian: kıbrıs davasıyla ilgili olarak rumlara karşı gösteriler sonunda
istanbullu hristiyarı azınlıkların birtakım maddî zararlara uğramasına yol açan 6 ve 7
eylül 1955 olaylarının nedenleri konusunda bilgi almak istiyor.

prof. soysal: sayın başkan, bu sorunun arkasına gizlenen art niyeti sezebildiğimi
sanıyorum. savunma avukatı türkün barbar ve cellât olduğunu, yakıp yıktığını ve
öldürdüğünü söylemek ister gibi. bu imalı ve küçültücü tanımlama tarihin en
hoşgörülü uygarlıklarından birine sahip olmaktan gurur duyması gereken bir halkın
gerçek niteliklerine hiç uymuyor.

uluslar arası uyuşmazlıklarla ve bunların ulusal
düzeydeki yankılarıyla bölünmüş olan günümüz dünyasında 1955 eylül’ündeki
istanbul olayları gibi olaylara sık rastlanır. fakat olaylar içinden tek bir olayı seçmek
ve bundan tek bir halkı suçlayacak sonuçlar çıkarmak, tarihi düşmanlıklarla beslenen
bir kötü niyetin belirtisidir. halklar arasında böyle düşmanlık tohumları ekilmeye
devam edildikçe evrensel kardeşlik asla gerçekleşemez.

sayın başkan, bana konuşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. pek sık görülen
bir şey değil bu.

 

Yukarıdaki metinlerde Verges İn  konuyu bir kopuş davasına çekerek eylemin haklı sebeblerini ortaya koyma çabalarını görmektesiniz . Kariyerinde ses getiren davaları ve müvekkilleri şu şekildedir.

 

1957 yılında Cezayirli yurt sever’ Cemile Buhayrad savunması.

1987 lyon kasabı diye anılan Nazi lideri Klaus Barbie

1994 Çakal Carlos

Slobadan Miloseviç

Hitleri savunur musunuz sorusana eğer suçlarını kabul ederse George Bush ‘u bile savunurum yanıtı verecek kadar kıvrak zekalı bu büyük avukat Volter’in ölmüş olduğu ev ve odada 15.08. 2013 tarihinde vefat etmiştir. Savunmayı bırak saldırmaya bak adı ile bütün hukuk severlerin okuması gereken ülkemizde de yayınlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

 

 

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir